Türkiye’de
herkesin diline doladığı klasik bir cümle var: „Tarihi tartışmaları tarihçilere bırakalım“. Bu aynı zamanda resmi tarihe dokunmanın da suç sayıldığı anlamına gelir.
Tarih evrenseldir, resmi tarih olur mu demeyin. Türkiye’de
herşey olur. Tarih bile devletleştirilmiş haliyle okullarda hem de ders kitabı olarak okutulur. Oysa dünyanın hiçbir yerinde resmi tarih denilen birşey yoktur. Kimi tarihi kişilikler anlatılırken biraz duygu katsalar da, gerçekleri saptıramazlar.
Türkiye’de yapıldığı gibi ısmarlama yazılan tarihte ne gerçek var ne de duygu. Sadece ben yaptım mantığı hakim.
Türkiye’deki okullarda ders kitabi olarak okutulan resmi
tarihte, Selçuklu Imparatorluğu’nun 1040 yılında Konya’da kurulduğu ve 1157 yılında da yıkıldığı, Işık Gölü’nden Ege’ye ve Aral Gölü’nden
Umman Denizi’ne kadar uzanan on milyon km karelik bir alanı kapsadığı yazılıdır. Sadece 117 yıl yaşadığı söylenen bu imparatorluğun resmi dili Farsça, saray ve ordu dilinin de Türkçe
olduğu söylenir.
Şimdi bu resmi tarihi ısmarlama olarak yazanlara birkaç sorumuz var. Konya’da 1040’da
birden bire ortaya çıkan bu insanlar kimdir? Daha önce nererde ve nasıl bir yaşam biçimi sürdürüyorlardı? Hangi krallık ya da beyliği yönetiyorlardı? Bu alanlara hakim olabilmek için hangi krallıkları ortdan kaldırdılar? Nasıl oluyor da, bir millet bir devlet kuruyor ve ana dilini resmi dil olarak
kullanmıyor? Selçuklu Devleti’nin resmi dilinin Farsça olması, devletin kuruculari olan Türkleri incitmiyor muydu? Saray ve ordu
dili Türkçe olduğuna göre, hükümdar yazışmaları imzalamak için tercüman mı kullanıyordu? Komutanlar askerlerine Türkçe komut verirlerken utanıyorlar mıydı? Kaldıkı
o tarihlerde Konya ve civarında Iranlılar da yaşamıyordu, nasıl odu da Selçuklular'ın resmi dili Farsça oldu? Yoksa Selçuklular Türk değil miydi?
Ben bu son sorunun cevabını
vermeye çalışacam. Diğer soruların cevabını da ısmarlama tarih yazıcılarına ve siz değerli okuyuculara bırakıyorum.
Evet, Selçuklular Türk değil Afgan’dı. Afganca üç önemli şiveden oluşan bir dildir. Güneyde konuşulan şive Peştunca’dır. Peştunca, Afganistan’da çogunlukla konuşulan bir şivedir. 11. yy başlarında, Afganistan’da yıllarca süren savaşlar, açlığı ve sefaleti beraberinde getirmişti. Deyim yerindeyse, ülkede tam bir kıtlık ve kaos hakimdi. Eşkiya ve talancılar, insanlara savaştan daha kötü şeyler yaşatıyorlardı. Zamanla bu eşkıya ve talancılar büyük gruplar oluşturdular. Bunlar, süreç içerisinde Iran’ın içlerine kadar geldiler.Iran’ın doğu kesiminde yaşayan halkın büyük kesimi Zerdüşt inancındaydi. Bu nedenle Iran yönetimi, Afganlı müslüman kardeşlerinin bu talanlarına gözyumuyordu. Bu yağmacı ve talancı grup, Iran yönetiminin bu tutmundan da yararlanarak, Iran’ın doğusundan, güneyini dolaşarak Babil’e kadar geldiler. Hırsızlıklarını burada da sürdürünce, Babil şehir yönetimi bunları
Babil’den kovdu. Oradan Hamm’a ve Lazkiye’ye geçtiler.
Tekrar Hamm’a gelişlerinde, Hamm ahalisi bunları şehre sokmayınca Konya’ya doğru yola koyuldular ve buraya yerlestiler.
O sıralarda Konya ve çevresinde yıllarca süren Haçli savaşlarından yorgun düşmüş, çoğunluğunu Hrıstiyanların oluşturduğu insanlar yaşıyordu. Bu eşkiya sürüsü, yağma ve talanlarını, yerli Hrıstiyan halka karşı daha rahat sürdürdüler. Bu yağma ve talanın sınırları hızla büyümeye başladı. Bunlar kısa sürede Akdeniz’deki birçok liman kentini haraca
bağladılar. Okuma yazma bilmedikleri için haraç sözleşmelerini yapmak üzere Iran’dan okuma yazma bilen 900 kişi getirildi. Gelen Iranlılar da Peştunca bilimiyorlardı. Bu nedenle yazışmalar Farsça yapıldı. Böylece Selçuklular'ın da dili mecburen Farsça oldu. Eskiya sürüsü de
Farsça bilmediği için, saray ve ordunun dili de Peştunca olarak kaldı. Ne sarayda ne de orduda hicbir zaman Türkçe konuşulmadı. Çünkü Büyük Selçuklu Imparatorluğu'nu kuranlar, Türk değil Afganli Peştunlardı.
Osmanlılara gelince; bunlar da Türkmen değil Afgan’dır. Afganistan’ın Kuzeybatı kesiminde çoğunlukla Afganca'nın Dari şivesi konuşulur. Darice, Farsça’ya daha yakındır. Darilerin çoğunluğu hayvancılıkla geçinen göçebe aşiretlerden oluşuyordu. Kuzeydeki Türkmenlerin baskınlarından usanan, bu göçebe topluluk, sürülerini alarak
Güneybatıya dogru hareket ettiler. Zamanla Ankara dolaylarina kadar geldiler. Ankara
ve çevresine yerleşen bu göçebe aşiretler, bir yandan yerli otlaklardan yararlanırken, diger taraftan da Konya’daki soydaşları olan Peştunlar'ın korumasi altına girdiler. Bunların bir kısmı zamanla Söğüt ve çevresini kışlak, Domaniç yaylasını da yazlak olarak seçip, yaşamlarını göçebe hayvancılıkla sürdürdüler.
Selçuklular'ın kendi aralarındakı
çatişmalardan dolayı dağılmasıyla Peştunlar'ın çoğu, 1299 yılından çok önceleri Ankara çevresine yerleşen ve soydaşları olan Darilere karıştı ve onlarla birlikte yaşamaya başladilar.
Bunlarin da katıldığı talanlarda elde edilen ganimetlerin bir kısmı, kabile reisi olan Ertugrul Gazi Bey’e veriliyordu. Ertugrul Bey
ölünce, kabile reisliği 1299’da oğlu Osman Bey’e geçti. Işte bu tarih, Osmanli devletinin kuruluş tarihi olarak kabul edilir. Bu kez talanların hedefi Ege, Marmara ve Avrupa’daki zengin şehirler oldu. Bu yöneliş 1683 Viyana yenilgisine kadar devam etti.
Ancak Osmanlılar, SelçuklularÄın aksine devletin resmi dili olarak Afganca’nın Dari şivesini kullandılar. Çünkü artık Darice konuşanlar arasında okuma yazma bilenler de çoğalmıştı. 1922 yılına kadar Osmanlı’nın resmi dili Dari olarak kaldı. Her ne kadar ısmarlama resmi tarih yazanlar, Osmanlıca’nın Farsça, Arapça ve Türkmence karışımı melez bir dil olduğunu söyleseler de, bu doğru değil.
Çünkü yukarıda da belirttiğimiz gibi, Osmanlıca Afganca’nın Dari şivesidir. Kuşkusuz bütün kültürler ve diller biribirlerinden etkilenirler.
Zayıf olan kültürün güçlü olanın etkisinde kaldığı doğrudur. Ama devlet kuran bir milletin kendi dilini bırakıp, melez bir dili devletin resmi dili olarak seçmez. Bunun örneği de yoktur. Buna inanmak için saf olmak az gelir.
Osmanlının bütün şiddetiyle batıya yöneldiği sıralarda, bazı Türkmen boyları
da sürüleri ile gelip Anadoluya yerleşmişlerdi. Osmanlı yönetimi bu Türkmenler'den çok rahatsız oluyor ve onları aşağılıyordu. Osmanlı arşivlerinde Türkmenleri aşağılayan ciltler dolusu belgeler var. Osmanlı’nın her milleten paşası olmuştur, Türkmenler hariç. Ayrıca Türkmenler askere bile alınmıyorlardı. Türkmenler'in tümü aleviydi ve bu nedenle Osmanlılar tarafından kitlesel katliamlara uğruyorlardı. Osmanlı tarihinde Celali Isyanları olarak bilinen dönemde yapılan katliamlar da Türkmenlere yönelik yapılanlardır. Yavuz döneminde yapılan katliamlar ise, bunların en önemlileridir.
Aslında yüzyılların oluşturduğu ve hayli de karıştırılmış olan bu tarihi kısa bir yazı ile dile getirmek hiçte kolay değil. Ancak üç örnekle yazımı bağlamak istiyorum.
Birincisi, Alevi Türkmen inancının mistik ozanı Yunus Emre. Bu büyük ozanın Türkmence yazdığı şiirler, bugün bile zevkle okunuyor ve anlaşılmayan bir yönleri de yok.
Ikincisi, sevginin ve aşkın ozanı olan, Toros Türkmenlerinden Karacaoğlan. Yureği sevgi dolu bu Türkmen kökenli ozanın üçyüz yıl önce yazdığı şiirler de hala okunuyor ve Türkçe bilen herkes tarafından anlaşılıyor.
Üçüncsu ise, protest şiirin essiz ozanı Pir Sultan Abdal. Günümüzde bu eşsiz ozanın şiirlerini okuyup da anlamayan bir Türke rastlamak mümkün
değil. Peki bu ozanların Türkmence yazdıkları bu şiirlerin, Darice şiir yazan sarayın resmi şairleriyle ne alakası var. Acaba köylü ozanlar saf Türkçe ile şiirlerini yazarken, Türk oldugu iddia edilen Osmanli saray ozanları neden başka bir dil kullandilar? Aslında bunlar da kendi anadilleri olan Dariceyi kullanıyorlardı. Cünkü bunlar Türk degildi.
Şimdi ısmarlama tarih yazıcıların yanıtlamasi gereken bir kaç soru daha: Türkmen kökenli olduğu iddia edilen insanlar güçlü iki imparatorluk kurmalarına rağmen, neden Türkmenceyi değil de, Farsça, Arapça ve Türkmence’den oluşan melez bir dili resmi dil olarak kullandılar? Osmanlı'nın neden Türkmen kökenli hiç bir paşası olmadı? Türkmenler neden hep aşağılandı? Anadolu’da yapılan katliamlar neden hep Türkmenlere yönelik yapıldı?
Ismarlama tarih yazıcıları, güneş dil teorisinin düşünürleri, büyük alimler belki bu sorularımıza da bilimsel cevaplar bulacaklardır. Bununla belki de Ergenekon’a turistik geziler düzenliyerek,
Anadolu’da yaşayan herkesin nereden çıkıp geldiklerini gösterebilme olanağını da sağlarlar.
Şöyle ya da böyle, genellikle tarihi oluşturanlar, tarihi yazanların kadrine uğramışlardır. Bu da insanlığın başka bir gerçeği.
20 Mayıs 2004
|