Son
günlerde bazı Kürt siyasi çevreleri ve T.C. nin akıldaneleri
birşeyler tartışiyorlar, ama hiç kimse özüne dokunmaya
cesaret edemiyor.
Izlediğim kadarıyla
T.C. tarafı meselenin ciddiyetinin farkında, onun için
dikatli olmaya çalışıyor. Kürt çevreleri ise, hala ne
kadar ciddi bir siyasi meseleyle karşı karşıya
olduklarının farkında bile değiller.
Onun için soyut bir tartışma içerisindeler.
Birşeyler söylüyorlar ama, söyledikleri kafa karıştırmanın
ötesine geçemiyor. Kürtler meselenin ciddiyetinin farkında
olmadıkları gibi, bilincinde de değiller.
Eylül
ayı
zina tartışmalarıyla
geçti. Ekim
ayında da azınlıklar ve asli unsur kavramları
gündemi oluşturdu.
Aslında zinayla ilgili tartışmalar,
bugün gündemi oluşturan tartışmaların da habercisiydi.
Peki bu duruma nasıl gelindi?
Bu tartışmalar nasıl başladı?
Bilindiği gibi 6 Ekim 2004 tarihinde Avrupa
Parlamentosu, Türkiye ile ilgili ilerleme raporunu yayınlayacaktı.
Bu rapor yayınlanmadan önce, Ankara Parlamentosu’nun da T.C.
Ceza yasalarında bir dizi değişilikler yapması
gerekiyordu.
Böyle
de oldu. Ankara
Parlamentosu Eylül ayının
başında toplandı ve büyük bir
hızla,
yasaları
çıkarmaya başladı. Yasanın tümünün bitmesine
iki madde kala, bir gece darbesiyle, görüşmeler durduruldu
ve yasa tümüyle komisyona geri çekildi. Kamuoyuna
yansıyan tarafı ise, daha önce mutabakata varılmış
olmasına rağmen, zinanın yeniden ceza kapsamına
alinması gerekiyor denildi. Böylece Eylün
boyunca süren tartışma da başlamış
oldu. Biz de, medya aracılığıyla
bilima adamlarından, din görevlilerinden
ve aydınlardan bu konuda ilginç bilimsel tartışmalara
şahit olduk. Doğrusunu söylemek gerekirse,
Türkiye insanı bu konudaki kültür notunu
(-E den, E’ye) düşürdü. Böylelikle Türkiye’nin
zina konusundaki notu, uluslararası kültür pazarında bir puan yükselmiş
oldu.
Soğuk savaş
döneminde Türkiye, batının şımarık ve yaramaz
çocuğu rolünü başarıyla oynadı. Batı da,
çıkarlarına zarar vermediği sürece, bu yaramazlık
ve şımarıklıği görmezlikten geldi.
Ankara son bir kere daha bu rolünü oynamaya
çalıştı ve Avrupa’ya ufak bir siyasi blöf yapmaya
karar verdi, ama Avrupa bu sefer es geçmedi. Çünkü Türkiye, Avrupa’nın
bir parçası olmak istiyordu, sorumluluklarından Avrupa’da
sorumluydu. Ankara bu siyasi blöfü öylesine ustaca yaptı ki,
parlamentonun işlesyişini bilmeyenlerin bunun farkına
varmaları çok zor.
6 Ekim’de yayınlanan ilerleme
raporunun
Türkiye’nin lehine
ve olumlu bir rapor olacağı
öncesinden kesinleşmişti. Ancak bu raporda, Kopenhang
Kriterleri’nin dışında, Türkiye'den iki yenilik daha
talep ediliyordu. Bunlardan
biri, başta Kürtler olmak üzere Türkiye’deki ulusal azınlıklar,
diğeri ise başta Aleviler olmak üzere, diğer dini
azınlıkların haklarıyla ilgilidi. Bu iki istem,
yeni Avrupa Anayasası’na uyum için yapılıyordu.
Çünkü Avrupa’nin yeni Anayasası, bireyin hak ve özgürlüklerini,
kutsal devlette dahil, herşeyin üstünde tutuyor. Devletten
daha kutsal hale getirilen bireyin hak ve özgürlükleri, Türkiye
için kabul edilemesi zor bir yenilikti.
Ancak Avrupa Anayasası 29 Ekim 2004’de Türkiye’de
dahil, 28 Avrupa eyaletinin hukumet ve devlet başkanları
tarafından Roma’da büyük bir törenle imzalanacak. Buna rağmen
Türkiye yaramazlık yapmaya devam ediyor.
Kendilerini kutsal devletin asıl sahipleri olarak
gören ve başka hiçkimseyi sahiplendirmeyen Genelkurmay Başkanı,
Başbakan ve CHP liederi Deniz Baykal, biraraya gelip Avrupa’ya
karşı küçük bir siyasi blöf yapmaya karar verdiler. Çünkü
mesele Kürtlerle ilgiliydi ve konu çok ciddiydi. Müslüman Türk halkının
hassasiyetlerinden dolayı zina gerekçe gösterilerek görüşülen
yasalar geri çekilecek. Avrupa’ya da Türk insanının konu
ile ilgili hassasiyeti anlatılacak. Bunun için Başbakan
Erdoğan Avrupa’ya gidip pazarlığa oturacak, zinaya
karşılık azınlıklar meselesini rapordan
çıkarmaya çalışacak. Deniz Baykal’da 28 Eylül’de
TBMM’ni olağanüstü toplantiya çağıran önergesini,
meclis başkanına sunacak. Senaryo yazıldı, figüranlar
yerlerini aldı, ama Ankara’daki hesap Brüksel’e uymadı.
Başbakan Erdoğan Ankara’da zinayı suç saymaktan vazgeçecekti,
buna karşılik Brüksel de rapordaki ulusal ve dinsel azınlıklarla
ilgili bölümü rapordan çıkaracaktı. Rapordan sorumlu komiser
Verheugen bu sefer yaramaz ve şımarık çocuğun
blöfünü yutmak istemedi.
«Biz Türkiye’ye girmek istemiyoruz, Türkiye Avrupa’ya üye olmak
istiyor. Sizin için raporumuzu asla değiştiremeyiz, çünkü
yeni olan bu iki konu Anayasal bir haktır. Siz Avrupa’ya katıldığınız
zaman bu sizin de anayasaniz olacak.
Kendinizi buna alıştırın» dedi. Erdoğan bu cevabı aldıktan
sonra hemen Ankara’yı arayıp ve meclisin
yasayı olduğu gibi cikarması yönünde talimatını
verdi. Oysa Meclis yasa gereği zaten 1 Ekim’de kendiliğinden
toplanacaktı. 28 Eylül’de olağanüstü toplanmasına
ne gerek vardı?
Durum bildiğiniz gibi değil. Çünkü, iktidar
ve muhalefet çaldıkları minarenin kılıfını
önceden hazırlamışlardı. Eğer Meclis 1
Ekim’de kendiliğinden toplansaydı, başta meclis başkanı
olmak üzere, bütün komisyanların görevi yasal olarak sona erecekti.
Kurumları oluşmadan da meclisin yasa yapma yetkisi olmayacaktı.
Iligili kurumları oluşturmak zaman alacak, yeni yasaların
çıkması uzayacağı için de Avrupa’nin 6 Ekim’de
yayınlayacağı rapor
Ankara’nın aleyhine olacaktı.
Bu nedenle anamuhalefet lideri Baykal, meclisi 28 Eylül’de toplantıya
çağırdı. Ankara
zina ile uğraşırken, Avrupa Treni’ni kaçıracaktı.
Erdoğan daha Brüksel’deyken, Ankara zinasız
yasaları meclisten geçirdi. Böylece sadece dört eşli müslümanlar
değil, Ankara’da rahat bir nefes aldı.
Türkiye 6 Ekim’de Avrupa’nin yayınladığı
raporu kabullenmekle, başta Kürtler olmak üzere bütün azınlıkları
ve başta Aleviler olmak üzere bütün dini azınlıkları,
azınlık olarak kabul etmiş oluyor. Bu nedenle bu
iki konu enine boyuna tartışılmaya başlandı.
Tartışmacilar ise, konunun hassasiyeti nedeniyle, özüne
dokunmadan, yüzeysel olarak ele alıp geçiştirmeye çalışıyorlar.
Insanların da haklı olarak kafaları karışıyor.
Azınlık
nedir..?
Birleşmiş Milletler’in belgelerine göre, bir ulusun diğer
ulus içerisindeki soydaşları, o ulusun azınlığıdır.
Bu tarife göre ulusu ve devleti olmayan halklar azınlık
sayılmıyor. Ispanya’da Basklar azınlık sayılmıyordu
ve bu nedenle yılarca Franko’nun baskılarına maruz
kaldılar. Ispanya Başbakanı Filipe Gonzales 1978
yılında Birleşmiş Milletler (BM)’e başvurarak
Baskları Ispanya’nın azınlığı olarak
kabul ettiklerini bildirdi. O zamandan beri Basklar, Ispanya’nın
azınlığı sayılıyorlar. Bugün Basklarin
Ispanya içerisinde özgür ve özerk bir federasyonu ve bir de parlamentosu
var. Avrupa
Parlamentosu’nda Baskları
temsilen milletvekilleri
var. Azınlıklar
ulus özelliği taşımazlar, yaşadıkları
ülkelerde, serpişmiş halde yerleşik yaşamını
sürdürürler. BM kararlarına göre, Insan Hakları
Beyannamesi’nde belirtilen bütün haklar, aynı zamanda azınlık
haklarıdır ve çoğunluğun teminatı altındadır.
Bu hakları yasalarla koruma altına almak çoğunluğun
görevidir. Kısacası çoğunluğun sahip olduğu
bütün haklar, aynı zamanda azınlığın da
haklarıdır. Mesela Bulgaristan’da yaşayan Türkler,
Bulgaristan’in Türk azınlığıdır. Bunların
siyasi partileri ve parlamentoda temsilcileri var. Koalisyon ortağı
olarak hükümette üç bakanla temsil ediliyorlar. Avrupa’ya üye olmak
isteyen Bulgaristan, geçmişine sünger çekmeyi başardı.
Eger Türkiye’de gerçekten Avrupalı olmak istiyorsa, geçmiş
defterleri kapatarak, Kürtlerin ve Alevilerin haklarına saygılı
olmak mecburiyetindedir. Çünkü
Kürtler ve Aleviler, artık Türkiye’nin değil, Avrupa’nın
azınlığıdırlar.
Avrupa Anayasası ise, her Avrupalı için
geçerlidir.
Asıl
unsur nedir..?
Hiç bir anlamı olmayan, içi boş bir terim. Ne uluslararası
literatürde ne de uluslararası sözleşmelerde yeri var.
Bu sadece 1920’li yıllarda Kemalistlerin, Dersim Mebusu Diyap
Ağa, Hasan Hayri ve Lozan fatihi Diyarbakırlı Züfükar
Aga’ları uyutmak için, uydurdukları uyduruk bir deyim.
Bu nedenle uluslararası literatürde ve sözleşmelerde
yeri yoktur. 80 yıldan beri
Kürtlerin, Türkiye’nin asli unsuru olduğu söyleniyor.
Peki Kürtler için ne değişti? Diyap Ağa, Hasan Hayri
ve Zülfükar Ağa 1920’lerde buna alet oldular, bugün de bazı
Kürtler buna alet olmak için adeta birbirleriyel yarışıyorlar.
Biz Kürt halkı olarak daha Diyap ve Zülfükar Ağaların
yaralarını sarmadan, yenileri başımıza
bela olmasin. Kürt halkının gözpınarları kurudu,
akıtacak yaşı kalmadı. Dünyanın
yeniden ağrısız ve sancısız şekıllendiği
bir dönemde, Kürt halkı için hiç bir anlamı olmayan bu
deyimleri kullanmaktan uzak duralım.
Evet
dünya sadece tek uluslu ve azınlıklardan oluşan devletlerden
ibaret değil. Çok uluslu devletler de var. Çekoslavakya,
yakın zamana kadar Çek ve Slovaklar’dan oluşan iki ulus
ve tek devletti. Her iki ulus, hiç bir sorun çıkarmadan ayrılıp
kendi devletlerini oluşturdular.
Belçika; Volumlar
ve Flamanlar olmak üzere iki uluslu tek devlettir. Bir kesimi Fransızca,
diğer kesimi
de Hollandaca konuşur. Her iki dil de devletin remi dilidir.
Yine Isviçre üç ulustan oluşan bir
devlettir. Almanca, Italyanca ve Fransızca devletin resmi dilleridir.
Günümüzde birçok devlet biraraya gelerek tek
bir devlet kuruyor. Buna açık örnek ise, Avrupa Birleşik
Devletleri’dir. Su anda 25 ulus devletten oluşan tek bir devlettir.
Ulus devletlerin herbiri, birleşik devletlerin birer
eyaletidir. Balkanların ve Türkiye’nin de üye
olmasıyla, üye sayısı 30’u aşacak.
Türkiye’nin
durumu, yukarda verdiğim Belçika ve Isviçre ile büyük benzerlikler
taşıyor. Zaten Lozan antlaşmasında da olduğu
gibi, devletin kurucuları Türkler ve Kürtler diye belirtiliyor.
Tartışmaların bu doğrultuda somutlaştırılması
gerekiyor. Diyarbakırlı Zülfükar Ağa’nın duştuğu
bataklığa saplanmadan ve 1920’lere takılıp badanaj
yapmadan tartışmaları sürdürüp halkı aydınlatmak
gerekir. Eğer Avrupa Anayasası çerçevesinde, Avrupa vatandaşı
olmak istiyorsak ki istiyoruz, öyleyse halkımıza yardımcı
olmak bizim görevimizdir. Bu görev esnasında çıkarı
zedelenecek olanlarla da yüzleşmekten çekinmeyelim.
Kürtlerin
hertürlü taleplerine karşı çıkan ve varlığını
dahi red eden Kemalistlere gelince, artık inkarcı politikaların
geçerli olmadığını kabul etmeleri gerekiyor.
Türkiye’de 80 yıldan beri Kürtlere karşı kimi zaman
sıcak ama kesintisiz olarak yürütükleri soğuk savaşı
kaybettiler. Bu süre içerisinde Türkiye’yi getirdikleri nokta ise
gözler önünde. Türkiye’yi şu anda 1920 model, bütün vidaları
gevşemiş, motoru bozuk, lastikleri kavlak ve benzini tükenmiş
bir arabaya benzetebiliriz. Arabanın içinde sahibi Genelkurmay
Başkanı, sürücüsü Tayip Erdoğan ve muavini Deniz
Baykal var. Araba hareket edebilecek durumda değil. Arkada,
IMF, Dünya Bankası, ABD ve AB iteleyerek rampanın başına
çıkarmaya çalışıyorlar. Eğer bu itici güç,
arabanın arkasından çekilirise, rampa aşağı
hızla kayacağı ve içerisindekilerin akıbetinin
ne olacağını kestirmek gerçekten çok zor. Öyleyse
yapılması gerken mevcut konumu koruyarak Türkiye’nin Avrupa’ya
üye olmasını sağlamaktir. Bu, Türklerin
de Kürtlerin de yararınadır.
Sonuç
olarak, asli unsur safsatalarını bir kenara bırakmamız
gerekir. Türkiye Belçika gibi, iki uluslu tek devlettir. 29 Ekim’de
Başbakan Erdoğan Roma’da Avrupa Anayasası’nı
imzaladıktan sonra, bunun Türkiye için geçerliliğini kabul
etmiş oluyor. Böylece bireyin hak ve özgürlükleri, Ankara’nın
sorunu olmaktan çıkıyor, Brüksel’in sorunu haline geliyor.
Avrupa’nın herhangi bir yerinde yaşayan bir Avrupalı
hangi haklara sahipse, Avrupalı olacak bir Türk veya bir Kürt
de ayni haklara sahip olacaktır.
„Türkiye’de
Kürtler, eşit haklara sahip iki toplumdan biridir“
söylemi ise, içi boş bir laftan ibarettir.
Alevilere gelince; bunlar da Avrupa Anayasası’nın
insan hak ve özgürlükleri bölümünde belirtildiği gibi, Türkiye’nin
inanç azınlığıdır. Inanç konusunda çoğunluğa
tanınan bütün haklar, azınlığin da hakkıdır.
Devlet bunu yasalarla koruma altına almak mecburiyetindedir.
80 yıldan beri Alevileri sadece laikliğin sigortası
olarak görenlerin de artık bu gerçeği görmeleri gerekir.
„Ben müslümanım“ diyenler için yapılacak hiç
bir şey yoktur. Zaten devlet, müslümanlar için yapılması
gereken herşeyi yapıyor. Kendilerini müslüman olarak ifade
eden Alevilerin ibadet yeri de doğal olarak Cami’dir. Hiç bir
müslümanın da buna itirazı yoktur. Burada azınlık
kavramı ise, sadece „ben Aleviyim“ diyenler için geçerlidir.
25
Ekim
2004
|