Küçük
insanların gölgesi büyük oluyorsa
o yerde güneş batıyor
demektir.
İmparatorluğun
Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri konulu konferans,
25-27 eylül 2005 tarihinde Bilgi Üniversitesinde yapıldı.
Bilindiği üzere konferansın Boğaziçi Üniversitesinde
25-27 mayıs 2005 tarihinde yapılması planlanmış,
o dönem bir çok kişi gibi hükümet sözcüsü Cemil Çiçekte
konferansa karşı çıkmıştı. 24 Mayıs
2004 tarihli meclis tutanaklarına bu karşı çıkış Özerk
kuruluşları da göreve davet ediyoruz. Hükümet olarak
bir yetkimiz olsaydı gereğini yapardık. Keşke,
Adalet Bakanı olarak dava açma yetkimi devretmeseydim. Şimdi,
YÖK ne yapacak onu merak ediyorum, şimdi, Boğaziçi Üniversitesi
ne yapacak onu merak ediyorum; ben de merak ediyorum, biz de merak
ediyoruz, milletimiz de merak ediyor. Bu ciddiyetsizlik, bu sorumsuzluk,
bu millete küfretme, bu milletin nüfus cüzdanını taşıyanların
bu milletin aleyhine propaganda yapma, ihanet etme dönemini artık
kapatmamız lazım. Çünkü, milletin vicdanı rahatsız
oluyor.sözleriyle
dile getirilmişti. Bu gelişmelerden sonra konferans
üç ay ertelenmiş, daha sonra ise, mahkeme kararıyla
konferansın Boğaziçi Üniversitesinde yapılmamasına
karar verilmişti. Avrupa Birliği müzakere süreci öncesinde
böyle bir ertelemeyi hazmedemeyen başbakan konferansın yasaklanması kararını
eleştirmiş, mahkeme kararıyla engellenen konferansın
Bilgi Üniversitesinde yapılmasında
sakınca olmayacağına dair görüşler öne sürülmüş
ve Cemil Çiçekte bu konuda olur fetvası vermişti. Üç ay içinde ne değişti sorusunu
soran gazetecileri paylayarak
Ama bu şimdilik bizim konumuz
değil.
Konuyu takip edenlerin bildiği bir sürü tartışma
arasında gerçekleştirilen konferansta,
katılımcılarının vatan haini
olduklarına kadar iş götürülmüştü. Oysa konferansta,
genel olarak Osmanlının son döneminde, Osmanlı
siyasi sınırları içinde yaşayan Ermenilerin karşılaştığı
sorunlar, göçe zorlanmalarının (teçhir) Ermeni toplumu
üzerinde bıraktığı etki, göç sırasında
salgın hastalıklardan ve göçün (sürgünün) getirdiği
olumsuz yaşam koşullarından Ermenilerin çektiği
acılar, bu acıların ulusların bilinçlerinde
yarattığı yaralar konuşulmuş, genel olarak
ulusların birbirlerine bugünkü yaklaşımlarının
ardındaki tarihsel anıların ve anlatıların olumsuz etkilerine
vurgu yapılmış, soykırım gibi kavramlar
aracılığı ile sorunun ele alınmasının
bugünü daha da olumsuz etkileyeceğine değinilmişti.
Sorunu soykırım olarak değerlendiren tarihçilerin
de varlığına rağmen, konuşmaların
genel içeriği bu minvalde gelişmişti. Ancak bu
minval bile birilerini tahrik etmeye yetmiş ve değinildiği
üzere sorun vatan hainleri, ülkenin parçalanması ve Türk
halkına hakarete kadar götürülmüştü. Başka bir
çok olayda olduğu gibi bu olayda da bir bardak suda fırtına
kopartılmış, bölünme fantezileri hemencecik ve
orada zihinlerde depreşmişti.
* * * *
Tarih ilginç bir konu alanı. Birçok
nedenle tarihin ilginç olduğu savlanabilir. Benim açımdan
tarihi ilginç kılan en önemli olgu, tarihin toplumsal
hafızanın egemen tarafından kayıt altına
alınmasına kaynaklık eden bir özeliğe
sahip olması. Egemen tarafından toplumsal
hafızanın kayıt altına alınması
yüzünden tarih, hiçbir zaman gerçeği yansıtma gücü olmadığı halde
yaşanılan andan daha gerçekmiş gibi bireyler
tarafından algılanır. Özcesi tarih, tarihi yapanların
kendi kurgularına göre olguları yazın bağlamında değiştirerek/çarpıtarak yeniden
üretilmesinin sonucu olarak, her toplumsal yapı tarafından
farklı algılanan bir konu alanıdır. Bu yüzden her toplumsal katmanın tarihe
ilişkin farklı kurgusal algılamaları, o toplumsal katmanın gerçeğine dönüşür.
Sonraki kuşaklara sürekli bu kurguların çoğu kez
duygusal tonlamalarla süslenerek anlatılması sonucunda
ise tarihsel kurgular sonraki kuşakların mitlerine ve
dogmalarına alt yapı oluşturur. Tarihi yapan ve
çarpıtarak yazanların tarihi çarpıttıklarına
ilişkin yarı bilinçli zihin kalıpları, sonraki
kuşakların bilincinde tamamen kaybolur ve o nedenle
sonraki kuşaklar bu yeniden üretilmiş tarih konusunda
onu ilk üretenlerden daha sekter/katı bir biçimde savunmaya
yönelir. Kuşaklar geçtikçe ve tarihin yeni kuşakların
bilincinde kaçırılan yanları yeni kuşaklar
tarafından tek reel gerçek olarak algılanma gücünü
arttırdıkça da tarih, üzerine farklı bir söz söylenemez
bir konu alanı olup çıkar. Bu nedenle tarihsel olaylar
farklı toplumların hafızalarında kuşaklar
değiştikçe farklı anlamlar yüklenen gerçekten
daha gerçek bir hale dönüşür. Bunun açık örneklerinden
biri, Ermeni- Osmanlı çatışmalarıdır.
Özetleyerek vermek gerekirse, 1876 yılında (Türkiyede
93 harbi olarak bilinen) Osmanlı-Rus harbiyle derinleşen
bugünkü Doğu Anadolu bölgesindeki huzursuzluklar, 1915 yılında
iyice açığa çıkmış, bugün Türkiyenin
siyasal coğrafyası içinde bulunan bölgelerin önemli
bir kısmı Rusların egemenliğine geçmiştir.
Türklerin nüfus olarak çokta egemen olmadığı yada
Kürtlerin, Ermenilerin ve diğer küçük etnik grupların
daha yoğun nüfusla yaşadıkları yerler için,
Rusyada 1917de gerçekleşen Sosyalist devrimle birlikte
yeni bir anlaşma yapılmış, Karlofça antlaşmasıyla
önceden çizilmiş sınırlarına dönen Rusların
terk ettiği bölgelerde Osmanlı tebası olan Ermenilerle
diğer etnik gruplar arasında mücadeleler, çatışmalar
yaygınlaşmıştır. Tarihi arka planına
bu yazıda gidilmesi olası olmayan bu dönem boyunca,
bu çatışmalardan farklı etnik gruplar farklı
bağlamlarda etkilenmişlerdir. Örneğin1915-1917
döneminde Kürt aşiret beylerinin Osmanlı askerleriyle
birlikte Hamidiye Alayları aracılığı
ile örgütlenip yürüttüğü gayri-müslimlere, yada daha dar
anlamda bölgedeki Ermenilere karşı mücadele nedeniyle
o dönemden Kürtler, Ermenilerden ve diğer etnik gruplardan
farklı etkilenmişlerdir. Keza kendi bölgelerini korumak
için Osmanlı merkez ordusunun dışında askeri
güçleri olmayan yoksul Türk köylüleri, Ermenilerle sürdürülen
çatışmalarda ciddi zararlar görmüşler ve bu süreçte Kürtlerden farklı etkilenmişlerdir.
1917den sonra Rus askeri desteğini yitiren Ermeniler başlangıçta
saldırgan taraf iken, sonradan saldırıya uğrayan
taraf olarak sürecin iki farklı zamanında iki farklı
biçimde etkilenmişlerdir vs
Şimdi böylesine karışık bir biçimde içiçe
geçmiş ve hele hele savaş zamanlarının olağanüstü
niteliği nedeniyle daha da karmaşıklaşmış
bir ilişkiler sisteminde, kimin hangi
söyleminin gerçeği daha fazla temsil ettiği iddia
edilebilir?
Bu karmaşık ilişkiler sisteminde
olguya dayalı bilgi nasıl elde edilebilir?
Açıktır ki bunu yapmak olanaksızdır. O nedenle
döneme ilişkin bilgiler duyguya dayalı göreceli bilgi
olmak zorundadır. Burada sorun duyguya dayalı görece bilginin kullanılması
değil, bu bilginin her toplumsal katman tarafından tek
ve geçerli bilgi olarak sonraki kuşaklara aktarmasının
yarattığı tarihin çarpık algılanmasına
kaynaklık eden yanlarıdır. Taraflar duyguya dayalı
göreceli bilgiyi gerçeği
açıklamanın biricik yöntemi olarak kullandıklarından,
kendi söylediklerinin yada inandıklarının dışına
düşen bir bilgiyle ne zaman karşılaşsalar,
(bilgi kaynağı kim olursa olsun, -kendi dedeleri bile
olsa-) kuşkuya yönelirler. Kendi duyguya dayalı göreceli
bilgilerini daha bir sağlamlaştırmak için yeni
duygusal bilgi kaynakları ararlar. Bu bağlamda 100 yaşındaki
dedeleri bulup onların anılarının çarpıtılmış
bilgilerinden gerçekmiş gibi faydalanırlar. Tüm bu
ve benzeri nedenlerle, o dönem olayları, Ermeniler açısından
mazlum bir milletin topyekün imhası, Türkler açısından
mezalime uğrayan Müslümanların kendini koruma refleksi
olarak değerlendirilebilmektedir. İlginçtir ki, Kürtler
tüm bu süreçte sanki hiç rol oynamamışlar gibi şimdilik
sessiz kalmaya özen göstermektedirler.
Döneme dair değerlendirmelerde herkesin kendini
merkeze koyarak ve duygusal kodlardan beslenerek ürettiği
tarih, sadece tarihi çarpıtarak üretenlerin değil,
bu çarpıtılmış tarihi gerçekmiş gibi
kabul edenlerin bilinçlerinde de boşluk yaratmaktadır.
Yalanlarla örülmüş bir tarih, bilgiden çok abartılmış
duygular aracılığı ile kurulan bir zihnin
inşasında güçlü bir rol oynamaktadır. Abartılmış
duygularla inşa edilmiş bir zihin olayları değerlendirirken
mantıksal bağlantıları görmezden gelebilmekte;
verilerden hareketle sonuç çıkarmayı beceremeyecek duruma
düşebilmektedir. Bu zihin için sözgelişi şöyle
bir soruyla karşılaşmak, Ermeniler Türkleri kıydılar.
Tamam. Bu konuda hemfikiriz. Ama, yüz yıl önce bazı yerlerin (örneğin Bitliste) nüfusunun
%25 Ermeni iken, bugün bu bölgelerde tek bir Ermeni bile bulunmamasını
nasıl açıklarsın? mantıksal cevabı olmayan
bir monoloğun başlamasına kaynaklık edebilmektedir.
Soruda ısrar edilince de,
canım hak ettiler bizde onları kıydık
şekline dönüşebilmektedir.
Yine bu zihin olgusal bilgi kanallarından beslenmediği
için, duruma ilişkin önceden verili hazır cevaplar
dışında cevap aramaya yönelmemekte, bu nedenle
önceden kafasında dogmatik ve keskin biçimde oluşturulmuş
her cevabı sarsacak sorulardan, her soruya verilebilecek
farklı cevaplardan ürkmektedir. Kendi ürküntü duygusundan
sürekli yeni anlamlar çıkaran ve yeni anlamları çarpıtılmış
bilişsel süreçlerinde yeni bir veri olarak kullanan bu zihin,
her duygusu için kanıt olarak kendi duygularını
ve bilgilerini kullanan tekrarlayıcı bir döngünün içine
girmektedir Osmanlı-Ermeni çatışmaları dönemini,
yaşayan herkes kendi yarattığı vahşete
neden bulmak için diğerlerini kötüleyen bilgileri üretme
yoluna gitmekte, bireylerin kendi vahşetinin sancısından
kurtulmak için ürettiği masallar ise birer olgu gibi insanlara
taşınmaktadır.
Dönemi bugünden bakarak değerlendirmeye yönelenler,
olayları çoğunlukla, hep-hiç merkezli görme eğilimine
girdiklerinden, onlar yaptı, biz bişey yapmadık
yada ne yaptıysak kendimizi savunmak için yaptık modunda
tartışmalar yada savunmalar gerçekleştirmektedirler.
Kendi tezlerini kanıtlamak için (o dönemde çokta fazla tutulma
olanağı olmayan) tarihi belge bulmakta zorlanmakta,
dönemi yaşayan canlı tanıkları belge olarak
kullanmaktadırlar. Bir kere bu tanıklar taraftır.
Dolayısı ile belge gibi gösterilen anlatıları
da taraflıdır. Bu yüzden tanıklar hep haklıdır.
Onlar diğerlerini kıyıma uğrattıklarında
kahraman olarak haklıdırlar. Kendilerine yönelik
saldırıları mezalim olarak değerlendirirken
de en az kahramanlık duyguları kadar sarsıcı
duygular yaşarlar ve bunda da haklıdırlar. Tanıkların kendilerini yaşadıkları duygusal
yükler nedeniyle haklı görmesi, onların tanıklıklarına
başvuranları da kendi kitleleri karşısında
haklı konuma yükseltir. Ne var ki tüm bu olanlar, sadece
toplulukların propagandif faaliyetlerine destek olur. Sadece
ve sadece gerçeğin biraz daha gizlenmesine yol açar ve gerçeğin
keşfi biraz ötelenir. Ancak bu ötelenmiş tarihi gerçeklikler
sürekli kendini toplumsal bilince vurmak için fırsat kollar.
* * * *
Osmanlının son döneminde Osmanlılarla
Ermeniler arasında nelerin olup bittiği elbette önemli
oranda tarafsız tarihçilerin halledebileceği bir konu.
Günümüz dünyasında tarih ile politikanın ne denli içiçe
olduğunu söylemeye bile gerek yok. O nedenle konunun çok
uzun süre tartışılacağı ve dönem dönem
Türkiye ve Ermenistanı karşı karşıya
getireceği muhakkak. Ancak sanırım gelinen noktada
ötelenmiş tarih kitle bilincine çıkmak için aradığı
fırsatı daha fazla bulma noktasına gelmiş
vaziyette. Tarih saklandığı toplumsal bilincin
kör karanlıklarında daha fazla uyumaya tahammül edecek
gibi durmuyor. Karnından konuşanların yarattığı
uğultu nedeniyle toplumların tıkanmış
kulakları daha berrak seslerle yeni şeyler duymaya başlıyor.
Toplumların bu yeni ve daha berrak seslere kulaklarını
daha fazla dikeceği aşikar. Bu seslere dikkat kesilmek,
bir yönüyle toplumların uyutulmuş ve uyuşturulmuş
bilincinin kendini yeniden düzenleme gücü ile ilgili. Toplumlar
da biraz bireyler gibi hatırlar. Önce travmaları bastırır.
Sonra bastırdığı travmaları çarpıtarak
yeni savunma düzenekleri ile açıklamak için en azami gayreti
gösterir, olmadık çılgın zihin kalıpları
geliştirirler. Travmaları inkar ederler. Karşısına
inkar edilemeyecek kadar güçlü çıktığında
döner yok etmeye çalışırlar. Başaramazlarsa
vazgeçer kendine mal ederler (newroz bayramı hatırlansın)
Ve daha bir sürü çılgınlık. Tüm bu süreç toplumları
çıldırı sınırlarına taşıdığından,
kendini var etmek üzere toplumsal zihin yeniden gerçeğe dönmeye
yönelir. Bu bir ölüm kalım mücadelesidir.
Bir toplumsal yapı, travmalar nedeniyle çılgınca
şeyler üreterek geçmişle yüzleşmenin kendinde oluşturacağı
acıya direndiği ve o travmayla yüzleşmemek üzere
ölümü göze aldığı sürece hep yeni çılgınlıklara
konu olagelir. Travmayla daha yakından ve daha gerçekçi şekilde
baş etmeye yönelemezse yapı çöker. Bugün Türkiye toplumu
bunu başarıp başaramama sorunuyla yüzyüze. Sadece
Ermeni sorunu nedeniyle değil. Kürt sorununda, devlet yurttaş
ilişkilerinde, yada bir bütün olarak ezen ezilen kavgalarında
toplum, ürettiği tüm yalanlardan arınmak, yeni bir geleceği
geçmişi ile hesaplaşarak kurmak zorunda. Toplum, kurgusal
yada düşsel olarak üretilmiş tarihin, bugünün reel politiğinin
taleplerine karşılık vermediğini anlamak ve
bilincinin kör karanlıklarına kovduğu ve çarpıtarak
hatırladığı tüm anılarını gerçeğe
en uygun tarzda yeniden örgütlemek ve yeni kuşakları
bu yeni ve sağlıklı zihin aracılığı
ile yetiştirmek durumunda. Yoksa geçmişin kör karanlıklarında
saklı toplumun yaralanmış bilinci hastalıklı
gücünü arttıracak ve kendisini aydınlatmak üzere üzerine
tutulan tüm ışıkları kendi karanlığında
yok edecek kadar toplumsal patolojiyi derinleştirecektir.
Bu yüzden İmparatorluğun
Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri konulu konferans
ve bu konferansa yönelik tepkileri yakından izlemek önemli.
Bir
ışık yakılmıştır geçmişin
travmatik karanlıklarına. Bu ışık ölgün
olabilir. Bu ışık yeteri kadar gerçeğin aydınlığını
içinde barındırmayabilir ama yine de ışıktır.
Geçmişin kör karanlık bilincinde yutulup yutulmayacağını
ise toplumsal yapının her alanında daha fazla ışığın
yakılıp yakılmayacağı belirleyecektir.
Dipnot
TBMMde
Ermeni konferansı konulu 24 Mayıs
2005 Salı tartışmaları tutanağı
http://www.tetedeturc.com/home/article.php3?id_article=3829