|
Kültür ve sanat kutsal mıdır? |
|
 |
Soru bile ters
değil mi?
Evet, hem de ne kadar ters. Ancak insanoğlu
terslikleri yaşamada,
yaşatmada hiç de küçünsenmeyecek bir
yarış içinde değil mi? Aşağıdaki yazımda
bu konuyla
ilgili düşüncelerimi
bir kürt sanatçı
olarak paylaşmak / tartışmak istiyorum.
Konu geniş
boyutlarıyla tüm muataplarınca incelenecek derecede gerçekten hayatidir ve benim
motifim de bundan
ibarettir.
Yıllar önce
„temiz toplum“ başlığı
altında bir
tartışma sürdürüldü.
Kirlilik her yanı sarmıştı ve kirlenenler yavaştan bağırmaya başlamıştı:
„kirleniyoruz“ diye...
Bana göre müzik bir toplumun en gerçekçi aynalarından
bir tanesidir – hatta bence onun
iç ve
dış aynalarının en önemlisidir.
Bu genel değerlendirmeyi derinleştirmek
mümkün, kısa
kesip özele inmek
istiyorum ve
düşüncelerimi aşağıdaki
başlıklarda ifade
ediyorum:
Kürd ruhu yok:
Kuzey Kürtlerinde
kürd ruhu kalmadığı
için tüm
değerleri hızla bitirmekteler, içini boşaltmaktalar. Müzik
başlı başına
bir sektör bilindiği
gibi. Bu sektör mafyalaştığı
oranda içi
boşaltıldı. Mafya merkezi Istanbul’un Unkapanı, diğer adıyla Kurtkapanı. 60’lı
70’li yıllarda icra
edilen müzikler
nerdeyse toplumun hepsinin giyebildiği ömürlük bir elbise,
hepsinin tadını
aldığı bir yemek olabiliyordu. Insanlar türkülerde, şarkılarda ve destanlarda kendilerini en yalın şekli ile bulabiliyordu. Bu nedenle bu
değerler ekmek
kadar kutsal oluyordu.
Şimdi kuzey
kürdleri acımasız
bir savaş süreci yaşadılar.
Savaştan dolayı insanın damak tadı değişir mi?
Insan renk körü
olur mu?
Yüreğindeki kulağı tümden sağırlaşır mı?
Toplumsal ruhu yok ise olur bunlar,
diye bir sonuca varıyorum ben.
Neden toplumsal ruh yok?
Kuzey kürdleri diğer adı Kemalizm olan kanserin
en kötü huylusundan nasibini aldıkları için.
Kendim birkaç albüm icra ettim bugüne değin.
1979 yılında Almanyada yaptığım ilk çalışmamda
şarkıların söz ve müziklerinin kime ait
olduğunu yazmanın ne kadar önemli olduğunu
ne Kürd ne de Türk dostlarımdan değil Alman
dostlarımdan öğrendim. O tarihlerde piyasaya sürülen
ürünlerde bu belirlemelerin (söz / müzik)
tekine rastlanmazdı. Hırsızlık Kürd ve
Türklerin misafirperverliği kadar yaygın ve yerleşiktir.
Hırsızlık sadece Türkçe okuyan sanatçıların
Kürdceden araklamalarıyla sınırlı kalsaydı
olayı anlamak kolay olurdu. Ama mafya ağında kürdler
bence üst unsurdan (alt unsur / üst unsur vs.) olanları
aratmayacak kadar beceriklidirler.
Bu konuyla ilgili bizzat yaşadığım kimi çarpıcı olayları daha
sonraki bir yazımda işleyeceğim.
Gerçek sanatçı
nerde kaldı?
Son 20 yılda olanlar tümüyle olumsuz değil.
Olumsuzluk, sentezi oluşturamamakta. „Çok
sesli müzik“ ilk seslerini duyurduğunda buraya
kadar gelineceği kimse tarafından bilinmezdi. Yoksa
ne Ruhi Su, ne Z. Livaneli, ne Şıvan Perwer ve ne de
Ahmet Kaya bu çığırı açarlardı.
Teknolojinin olanaklarını kötü amaçlara
araç edinmek cahil ve cambaz insanların „sanatıdır“.
O cahil ve cambazlar yukarıda sözü edilen müzik
sektörünü (mafyayı) oluştururken karşı
bir direnç gelmedi. Gelemezdi çünkü bir
taraftan asıl görev „Kürdistan devrimiydi“
ve o devrimde şarkı-türkü için kaybedilecek
zaman olamazdı ve bir taraftan da aynı çevrelerin
bir ayağı mafyanın içinde idi. Hem de devrimin
baş sorumluları aynı zamanda kültür ve
sanattan da sorumlu idiler; kısacası herşeyden
sorumlu idiler. Ne yazık bu durum değişmiş
değil bu güne değin ve kirlenmenin merkezi buradan
gelir.
Bu sektörden gayet başarılı teknik
elemanlar yetişti. Ama müzisyen değil bunlar.
Hele ne halk edebiyatını tanır, ne halkın
biyografisini bilir ne de halk müziğinin hassasiyetlerini
kavrayacak birikim ve olgunluktadırlar. Masa başında
sanat üretir bu teknisyenler. O kutsal değerlerin ne
melodisinde, ne ritminde ve kürdler için candamarı
olan ne de dil ve söz yapısında hal bırakmadılar.
Adını da kendileri koydu: Düzenleme. Elbette adını
sanatçı koyacak değildi, düzenlemeyi bilmiyor.
Yani düzen yapmasını bilmiyor. Sanatçının
bildikleri fazla olmayabilir ama genelde onun yüreği
sözlerde, dilde ve melodik yapıda gürül gürül
kaynıyor, alev alev yanıyordur. Düzenlemeciye boyun
eğmek zorundadır günümüzün stüdyo
sanatçısı. Düzenlemeci olan „sanatçı“
başka bir dil kullanır, sanatçının
anlamaması gereken bir dil. Ne kadar az anlaşılırsa
o kadar fazla para gelecektir düzenlemeciye. Sanatçı
henüz ilk adımdan itibaren düzencinin esiri olmuştur
ve geriye dönüşü düşünmek olanaksızdır;
hem de sıradaki başka bir düzencinin farkı
yok ki. Düzenci stüdyo sahiplerinden tut pastayı
paylaşacağı yabancı çalgıcıların
hepsinin en yakın arkadaşıdır sanatçıya
karşın. Düzenci sanatçının gözünde
o kadar büyüktür ki Istanbul bile küçük
gelir..
Her albüm çalışmasında sanatçı,
çalışmanın sonuna yaklaşıldıkça
ne kadar hıyar olduğunu algılar, düzenci baştaki
samimi düzenci olmaktan çoktan çıkmış
gerçek düzenci olmuştur. Her ne ise „ortak“
çalışma biter...
Biter mi?
Bu çalışma sanatçının
pahalı bir
hobisi olarak düşünülmemişti;
tam tersine
sanat, kültür ve
toplumsal kader
adına kutsal değerlere adanmış
bir çalışma olduğundan topluma ulaştırılması gerekiyor.
Mafya daha
yeni yeni masasına
düşmüş toyları
görecektir bundan
böyle.
Sanatçı tövbe-i billah etmiştir bir daha
bu mafya ile karşılaşmamaya ama halkın kutsal
değerlerini işlemek, türküleri kanunlarından
daha güçlü bir toplumun değerlerini yaratmada
payının olmasını ister sanatçı.
Kişisel hastalıklarının, özlemlerinin;
tutku-kıskançlık ve egoizminin diğer taraftan
onu tüketip sanatçı olmaktan çoktan çıkardığının
farkında değildir.
Felsefeyi anlamak ve
onu yaşamak
her sanatçıya nasip değildir. Bunu yapabilmesi için iyi bir eğitimin
yanısıra özgür
bir ortamda yaşayabilmesi
önemli bir
koşuldur. Insan önce düşünmesini
bilmeli; ardından düşünceye felsefe
yapma şansı vardır. Bu bağlamda sanatçının
üst hedefi
halkın filozofu olmaktır. Bu da çok disiplinli ve kararlı olmayı gerektirir, dürüst olmayı gerektirir, yürekli olmayı gerektirir. Ancak bu yolların
yolcusu olan
sanatçı halkının
üzerindeki karanlıkların
üzerine bir
projektör olabilir.
Dışarıda devrim devamededursun, sanatçı
bireysel bunalımla toplumsal bunalım güzergahlarında
mekik dokur. Yaş ilerlemiştir, toplumsal mevziler çoktan terkedilmiştir.
Bu erozyonlar sanatçıyı
bazen boş
ya da dolu şişelere;
bazen aile
kavgalarına bazen de hastahanelere yolcu eder. Arada bir
sanatçı olduğunu
anımsayıp, bu gazel dökmüş yaşam ve toplum
için yeni
eserler üretme zamanının geldiğine
inandırır kendini.
Tüm bu olup bitenleri Yeni Dünya Düzeni’ne
havale etmek isteyenlerle karşılaştım. Bence kurtarmaz: sanatçı olduğuna inananlar ve iddialı olanlar sanat icra
etsinler; siyasetçiler
devrim yapmaya devam etsinler ve halk’da seçmesini,
dinlemesini ve
tüketmesini öğrenmeli.
Bu anlamda etkinlik
ya da „konserde“
dinleme kültürü konusunu biraz daha açmak istiyorum:
Türkiyede durum nedir
bilemiyorum ama
Avrupadaki Kürd ve Türklerin dinleme
diye bir derdi yoktur. Yetişkin olanlar ya ayakta
birerbuçuk dakikalık
siyaset yapar, ya ticaret ya
da selam-kelam, iyiyim-eyvallah
edebiyatı ile
savuşturur; evine dönerken de, tesadüfen
dinlediği konuşma ya da sanatçı hakkında kendine ait düşüncelerini
genelleştirip tüm programa mal ederek „o ne
bağrışmaydı“, „ne güzel
(kötü) konuştu
(söyledi)“, „hiç
kimse gelmemişti / iyi kitle vardı“
gibi söylemlerle
ya eşine ya
arkadaşına söylenir
ve bir kültürel
etkinlik hakkındaki
felsefesini yapmış olur.
En önemlisi „dostlar pazarda“ bulunmuştu.
Bu „yetişkinlerin“ çocukları da,
nasıl olsa ne konuşulan dil/dilleri anlıyorlar,
ne de anlatılanların onların yaşamında
yeri olmadığından, fırsatı bulmuşken
salonun bir ucundan bir ucuna cirit atarlar. Ya sanatçı?
Ses, ses, yek, du diye kendini hissettirmeye, sahnede olduğunu
duyurmaya çalışır. Bağırır,
çağırır ama her şey kendine kalır. Politik mesaj mı versem
yoksa 30 dakikalık
süreyi mi uzatsam,
eserlerin sırasını
mı değiştirsem
(çok gürültü
var) ya da kalkıp
gitsem mi
gibi bir dizi
sorunun çemberinde
kalır. Oysa halkını aydınlatmaya
gelmişti.
Ücret konusunda istisnasız sorun çıkar,
şayet ücret konusu açılmışsa.
Her şey halk için, vatan ve millet için..
Benim kompleksim şu şekle dönüştü:
500 Kürd’ün olduğu bir yerde „konser“
vermektense 50 hatta 5 Almanın (Avrupalının) olduğu
bir dinletiyi sunmak hem tatmin eder, hem de çok zordur:
çünkü onlar dinliyorlar. Bundan dolayı hata yapmanız mümkün
değil, yanlış çalıp-söylemeniz
çırılçıplak ortaya serilir. Ancak
bu zor’u başarmayı ilke ve hedef edinen sanatçı
kültür ve sanatın gereklerini yerine getirebilir
inancındayım.
Son başlıklarım şunlar:
- Bağımsız sanat üretmeyen/üretemeyen
insanın sanatı „sanatcık“ olur.
- Eleştirmeni olmayan sanatın ve sanatçının
sanatı da „sanatcık“ olur.
- Sadece ticari amaca yönelik yapılan sanat, sanat adına
işlenen bir barbarlık suçudur. Bu suça
üreten, dağıtan, hırsızlayan ve tüketen
tüm kesimler ortaktır.
- Bir yerlere şirin görünme uğruna yapılan
sanat ise, o yerlerin ömrü kadar sınırlı
kalır. Gerçek sanat zamansızdır.
12.Ağustos 2005
|
|
|